Hüzünlü bir film: Hangi Cem Karaca içimizi ısıtıyor?
Osman Akınhay
Cem Karaca ismini duyunca aklıma ilk gelen şarkı ‘Parka’, ardından ‘Resimdeki Gözyaşları’. Bunlardan ilki gençliğimin devrimci romantizmine, ikincisi (tabii ki ilk versiyonuyla) müzisyenin kalbimizde hiç soğumayan yüzüne karşılık geliyor. 70’li yılların ortasındaki emek çabasına olan bağlılığımızın bir yansıması olan ‘Tamirci Çırağı’nı da ekleyelim.
Şarkılarının dilimize yerleştiği o yıllarda, Cem Karaca’yı gençlik çağımızda, Terakki Gençlik Derneği’ne üye olduğumuz dönemde, İzmir Narlıdere’de bir organizasyon dayanışma konserinde bizzat canlı olarak gördüm ve dinledim. O dönemin genç devrimcilerinin simgesi olan “Parka” ve “Ankara Siyasal” melodisiyle “Küçük kardeşi bu sene Siyasal’a gidecek” şarkısını mırıldanarak Siyasal’ın kapısından girdim. Daha sonra Ankara’da birkaç kez geniş izleyici kitlesiyle sahnede dinledim. Cem Karaca’nın, gruplarıyla ve solo olarak verdiği konserlerin yanı sıra, hangi gruptan olursa olsun her davete koştuğunu hatırlıyorum.
Senaryosunu Yüksel Aksu’nun yazdığı Cem Karaca’nın Gözyaşları’nı vizyona girdiği ilk gün küçük bir sinema salonunda Eylem ve toplam 6 kişiyle izledim. Bizim dışımızdaki iki çiftten biri yirmili yaşlarında olmayan genç bir kız ve erkek, diğeri ise benim yaşlarımda bir çiftti. Doğal olarak bir avuç seyirci olarak ortada ve sonda birkaç kelime konuştuk. Anlattığına göre yaşlı çiftin erkeği Cem Karaca ile sohbet etmiş, biz de Yüksel ile sohbet ettik. Tiyatrodan çıkıp caddede yürürken sinemanın bize ve gençlere neler kattığını merak ettim.
YEŞİLÇAM’DAN İLHAM ALAN BİR UFUK FİLMİ
Oğlunun diplomat olmasını sağlamak için askerliğe ihbar edecek kadar kararlı (ve ülkenin sadece İstanbul olmadığını anlayan) sanatçı bir baba. Oğluna ve torununa olan sevgisinden (filmde aktarılmasa da bildiğimiz gibi) sağcı, işçi düşmanı, Cem Karaca’nın ülkeye dönmesinin önündeki engelleri kaldırmaya çalışan tiyatro annesi. zamanın başbakanı. Müzik kariyerine İngilizce şarkılar söyleyerek başlayan, askerden erken döndükten sonra Anadolu’nun ezgilerini, ozanlarını, ‘vatan’ın dertlerini şarkılarına taşıyan inatçı bir evlattır. Film bu üçgen (ve esas olarak baba-oğul çatışması) etrafında dönüyor ve aslında aile üzerinden ilerliyor ve ‘kahramanımızın’ müziğini ve dönemin siyasi koşullarını ‘arka plan’ olarak ‘kullanıyor’. Bu yüzden sinemanın gürültüsünde Cem Karaca’nın birkaç cesur sözlük sözcüğü dışında pek ‘sosyal/politik’ bir unsur göremiyoruz. Filmin çekimleri öncesinde Yüksel Aksu’nun “Cem Karaca benim için Homer kadar önemlidir” sözlerine karşılık gelen ‘destansı’ bir bakışa rastlamak pek de alışılmadık bir durum olmasa da, dönemi denk geldiği için buna hicret filmi bile diyebiliriz. Yeşilçam’a bir dokunuş.
Gerçekte sinema Cem Karaca’nın tüm yaşamını anlatmıyor. Böyle bir niyet olsa bile hayatının ilerleyen dönemlerine ilişkin telif hakkı itirazları nedeniyle film yapılamadı. Kısmi bir biyografi olarak ikinci bölümün atmosferine sızan ‘dramatik’ bir yapı akıllarda kalıyor. ‘Resimdeki Gözyaşları’nı müzik açısından dinleyemiyoruz ama Cem Karaca’yı ağlatan birçok sahne var. Üstelik kişisel gözlemlerimizden, bir veya iki sahnede ekranın neredeyse tamamen karartıldığı göçmenin çıldırtıcı yalnızlığının iyi yansıtıldığı açıktır (her ne kadar bazı nedenlerden dolayı izleyiciye verilen bir soru işareti olsa da). tüm sürgünü boyunca yalnız ve küçük odasında yaşadığı izlenimi).
Benim kanaatim Yüksel Aksu, kendisine de dokunan dönemimizin gençlerine sahip çıkmış, kahramanını yeni nesillere tanıtmaya çalışırken (Almanya dönüşünde) gözlerini kapatıp kahramanından uzak durmayı tercih etmiştir. Bu durum sinemanın akışında pek fazla yansımasa da konser kalabalıkları ve miting benzeri gösterilerde slogan, pankart, pankart ve bazı bayrakların çokluğunun o dönemin gerçekliğini bulanıklaştırdığını da belirtmek gerekir. Aynı şekilde örgünün bireyselliğini dengeleyebilen ve 70’li yılların rüzgarına damgasını vuran Anadolu pop/Anadolu rock akımının genç izleyicilere anlatılması da üstünkörü bırakıldı.
OYUNCULUK
Film, ilk yarısında ‘coşkusu’ ile, ikinci yarısında ‘hüzün’üyle sürükleyici bir kurguya sahip. Yasemin Yalçın ve Fikret Başkae, anne ve baba rollerinde oldukça ikna ediciler. Özellikle Yasemin Yalçın tam bir Toto Karaca. Cem Karaca’yı canlandıran İsmail Hacıoğlu, sanat yönetmenliği becerisi, günümüzün tanınmış biblo oyuncularından farklı fiziği, bazen çocuksu ve kararlı ifadeleriyle karakterine hayran kalmamayı başarmış.
Film boyunca 12 Eylül sonrasını (Cem Karaca’nın macerası açısından) düşünmemeye çalıştım. Bu yazıya son verene kadar aynı metaforik çabayı göstermeye çalıştım.
Mikis Theodorakis’in Albaylar Cuntasına karşı yürüttüğü çabalar uğruna Londra bitpazarlarında bulduğum plaklarını ve müziklerini hâlâ keyifle dinleyebildiğim gibi, Makedonya’ya yönelik Yunan milliyetçi tavrını da düşünmemeye çalışıyorum; Bu sinema aynı zamanda Cem Karaca’nın 1987’de Almanya’dan dönüşünden çok öncesine ait müziklerini ‘eski güzel günler’ adına sevmeye ve dinlemeye devam etme armağanını da kendime vermemi sağladı.